Zaman dönümlerine pek değer veririm nedense. Bize bağışlanmış bu yaşamın elimizden kayıp gittiğinin aritmetik bir kanıtı olduğundandır belki de. İşte bugün de böyle: 15 Ocak. Amerika’ya gelişimin 20. yıldönümü. İster istemez melankolik oluyor insan. Özellikle geçen seneler onun katları olunca. 20 sene be yahu. Geriye dönüp bakınca çoğu bölük pörçük hatıralarım. İki bavulla ve pantolonuma dikilmiş iç ceple gelmiştim. İlk ülkeden çıkış, ilk uçak yolculuğu ve – tabiri caizse- ilk don cebi. (Sonuncusu kolay değil, atlatamıyorsun onun ruhsal döner tekmesini).
JFK havaalanı. Ben neredeyim. Tığı teber şahı merdan kalakalmışım iki bavulla. Allahtan tanıdıklar alıyor, yol gösteriyor. Yoksa birileri Verrazano Köprüsünü satmaya kalksa para vereceğim; o derece kerizim. Bir de o denli kıvırcık saçlıyım.
Tanışılabilenecek en doğru arkadaşlarla ve mentorla tanışıyorum. Şans işte. Arada muz ortalar da geliyor kainattan – tam vole çakmalık.
Çalışıyorum. Hep çalışıyorum. Haftasonları tatiller. Sosyalleşmek de lazım ama. Ama herkes İngilizce konuşmakta ısrar ediyor. Mr. and Mrs. Brown elleri kolları bağlı duruyor, bi ucundan tutmuyorlar pasif voyisin. Mesela bankadaki kadın hesap açtırmak için verdiğim çekin geçerli olmadığını söylüyor; derdimi anlatırken olası her deri gözeneğinden ter çıkıyor. Gece kabus olarak görüyorum aynı olayı ve kadın hala İngilizce konuşuyor. Rüyalarımda bile alt yazı çıkmıyor.
Yaz tatillerinde geliyorum memlekete. Son günlerinin idama gönderilecek bir mahkumun hüznünde geçtiği tatiller. Sayısız jetlagler, özlemler, mini depresyonlar, kartpostallar, fotoğrafların arkasına karalanmış notlar, telefon kartları…
Kaybedilenler oluyor. Suratlarını bile unutuyorum bazen. Sadece filanca zaman dedikleri falanca şeyler… Zaman yiyor anıları.
Günler günleri klonluyor ve bir bakmışsın çok seneler geçmiş oluyor. Arada kalıyorum. Onca seneden sonra karar vermek güç: ‘Neresi sıla bize neresi gurbet?’ (Yeni Türkü feat. Yeni Rakı)
Sonra bir muz orta daha geliyor. Biliyorum, bunu göğsümde yumuşatmam lazım. İçimdeki bilge sese kulak veriyorum. Ve birden pılımı pırtımı topluyor, sorgusuz sualsiz dönüyorum gerisin geri, n’olacağını bile bilmeden. Ama şans işte, hayat daha da güzelleşiyor.
Paula Cole çalıyor. 1998 yılından bir şarkı: “I don’t wanna wait till our lives to be over.” Haklısın Paula abla bak yirmi sene geçmiş ve hayatımızın çoğu gitmiş azı kalmış. Böyle anlarda aklıma hep Seneca’nın sözü geliyor: “Bizim büyük hatamız ölümü bir an olarak düşünmemiz. Ölüm çoktan kazandı. Ne kadar zaman geçmişse hepsi ölümün hanesine yazılı”
Önümüzdeki günlere bakalım. Bir insan olarak bu yerkürede vücut bulma olasılığı matematiksel olarak neredeyse sıfıra yakınken, yani bir böcük ya da grip virüsü olma ihtimalimiz daha fazlayken böyle bir hayat bize bağışlanmış. Fazla da şey yapmamak, yani şansın bokunu çıkarmadan yaşamak lazım galiba. Nerede hayatını sürdürdüğünün pek de önemi olmuyor bu geniş bakış açısında. Anın değerini çıkar diyor tüm aklı bütün felsefeler: Nefes al nefes ver, filan.
Bu vesileyle Semoş’un da doğumgününü kutlamalı. Sen olmasan halimiz bomboktu. Ellerinden öpüyor ve gamzelerine birer leblebi yerleştiriyorum.