Gamsız

Gamsız

Restorantın terasında tek başıma oturuyorum. Yemekler bitmiş, irili ufaklı boş ve kirli tabaklar var masada. Ekmek kırıntılarıyla dolu önüm. Parmağımı dilimle ıslatıp birkaçını ağzıma götürüyorum. (N’apıyorum, niye buradayım?) Benden başka müşteri kalmamış gibi. Hesabı istemeliyim o zaman. Ne kadar acaba zararım? Ne yedim, ne içtim hiç anımsamıyorum ki… Bunları düşünürken karşımda tüm endamıyla duruyor İstanbul. Işıkları Boğaz’ın sularında yansıyan bu koca şehre öylece dalıveriyorum. “Ne güzel”, diyorum, “ne güzelsin!”
“Kiminle konuşuyorsun ya” diyor bir ses. Kafamı bir çeviriyorum: sen oturuyorsun karşımda. (Kaçırmışım demek merdivenlerden salınarak çıkışını) “Oo merhaba” diyorum. “Merhaba canım, hoşgeldin sefalar getirdin”. Yılışıkca gülüyorum. “Bana bak” diyor, “artık bunu bir kez daha konuşmak istemiyorum. İki saat oldu; yoruldum. Bir süre ayrı kalmak ikimiz için de en doğrusu. Bu arada, eğer bana ve kendine birazcık önem  veriyorsan hayatına bir çeki düzen ver lûtfen. Şu haline bak, zilzurnasın ya. Hep sarhoşsun. Hep işin eğlencesindesin. Ciddi bir şey konuşulmuyor seninle”.

Boğaza bakıp “Ne güzel esiyor ya”, diyorum (yüzün ekşiyor hemen), “duyuyor musun, bak? Marisa Monte çalıyor. Of ya, yalnızlık dansı, diyor kadın.” Cevap vermiyorsun. Konuyu değiştirmiyorum. Ciddiyim bu kez: “Gitmek istiyorsan git güzelim. Ben alışığım yalnızlığa. Hatta daha mutluyum yalnızken. Bak yarım şişe kalmış masada: beni merak etme yani” Dayanamayıp bir kahkaha atıyorum.
“Allah bin türlü belanı versin”, deyip uçarak iniyorsun merdivenleri.
“Garson bey, hesap lûtfen”, diyorum. İfadesini değiştirmeden uzaktan doğru başıyla masamın üzerini işaret ediyor. Hesap çoktan gelmiş meğer. “Sağol” diyorum sağ gözümü kırparak, “sağol şefim”.

Leave a Reply

Discover more from

Subscribe now to keep reading and get access to the full archive.

Continue reading