Birinci Yaş

Bugün oğlum Emre’nin birinci yaş günü. Günün anlamına değinecek birkaç şey yazmak istedim ama dağarcığımdaki üç beş çelimsiz sözcükle kurulan cümleler konunun ağırlığını kaldıramayınca biraz ağlak bir metin oldu. Hemen sildim çünkü komik olsun istiyordum. Tekrar tekrar yazdım ve sildim, başaramadım.

Bir sürü şey demek istiyordum aslında.

Bulaşıcı bir gülüşü var diyecektim örneğin. Nasıl uyuşmuş bir kolu aşağı sarkıtınca kan içini ılık ılık doldurur ve canlandırırsa, o da gülünce tüm suratıyla gülüyor ve insanın uyuşuk ruhuna yudum yudum hayat akıtıyor diyecektim.

Te ne zaman Amerika’daki evime sırf hoş görünüyor diye aldığım eşyalar vardı. “Lan gerzek, para verdin bi boka yaramıyorlar. Evine kim geliyor sanki bunca ıvır zıvır senin neyine’ diye yakınırdım. Yazgımın yol haritasını çalıp ezberlemiş ve vakti geldiğinde yattıkları pusudan atılmak istermiş gibi beni ta Amerika’dan takip eden, iki sene depoda tozlanıp ev değiştirme süreçlerinde ayakta kalabilen aynı eşyaların şu an Emre’nin gereksinimleri için son derece işlevsel olduğunu kavrayınca görünmez bir elin beni zamanında bunları aldırdığını düşünüyorum ister istemez. Aklıma Joseph Campbell’in “Bizi bekleyeni kabul etmek için planladığımız hayatı bırakmalıyız” sözü geliyor. Ne de doğru, diyecektim.

Doğumdan sonra bir arkadaşım tebrik mesajı göndermişti: “Var olduğunu bile bilmediğin duygular dünyasına hoş geldin.” Bin yaşa diyorum. Onca sene donuk bekleyen, bebeği eline alınca çözülerek etkin hale gelen, ilk başta varlığı pek kavranamayan ama çocuk büyüdükçe eş zamanlı büyüyen ve diğer duygular kadar faal hale gelen birkaç çeşit duygu sarıp sarmalıyor insanı. Sevgi aşk filan değil. İsmi yok. Mesela gece aramızda yatarken bana dönüp ayağını belime, elini yanağıma atıp uyuması var. Zamanın genleşip yok olduğu bir an. Düşünsel gücü aşan, bizden büyük bir gerçeğin ufak izlenimleri sanki, diyecektim.

‘Lan evlen artık bak kaç yaşına geldin… Çok geç baba olacaksın… Dön artık memlekete. Aileye karış… Yalnız öleceksin ecnebi ellerde..Evde kaldın… .’ tadında çeşitli öğütler dinledim yıllarca. ‘Kimse evlenmek ya da çocuk sahibi olmak zorunda değil’di karşı tezim. Şimdi dönüp bakınca iyi ki her şey olduğu zamanda olmuş diye şükrediyorum. Yoksa hayat şu an olduğu derece keyifli olmayabilirdi. Adını bulamadığım bir Yoginin sözü geliyor aklıma: “Olan her şey olması gerektiği gibidir”, diyecektim.

Küçükken Pinokyo marka bisikletler modaydı. Çok istemiştim. Babam onun yerine toplama bir bisiklet vermişti bana: gövdesi turuncu, selesi yeşil gidonunun uçları siyah ve freni kontrapedal. Yüzüm asılmıştı görünce. El emeği göz nuru olduğunu kavrayamamıştım işte. Sonraları çocuksu kaprislere kapılıp istediğim ama haklı olarak alınması reddedilen çeşitli oyuncaklar oldu.
“Çocukluğumda isteyip de sahip olamadığım tüm oyuncaklar Emre olup bana gelmişler. Hepsine teşekkür ederim”, diyecektim.

Ve metnin sonunda Emre’ye ithafen Desiderata şiirinin şu dizelerini yazacaktım:
“Sen bu evrenin çocuğusun
En az ağaçlar ve yıldızlar kadar
Burada olmaya hakkın var.”

Doğum günün kutlu olsun. Tüm uykularımız senin olsun.

Leave a Reply

%d bloggers like this: