Ağlamasını duyuyorum. Saat sabahın neredeyse beşi. Bitkin bedenimi artık kaldıramayacağıma inandığımdan yattığım yerden pışpış sesleri çıkararak tekrar uyutmaya çalışıyorum. Her pışpışla sesi azalıyor ve kısa bir süre sonra derinden nefes alış verişi geliyor kulağıma. Kırk beş dakika daha uyayabilirim diye sevinirken ansızın anımsıyorum: ‘Yarın son gün… Ama yarın gelmeyebilir… O zaman üşenmeyip bugün konuşmalıyım… Ya beni terslerse… Hadi canım daha neler, öyle birisi ters davranamaz bence…’
Uzun süre debelenip de bir türlü uyuyamayınca artık kalkmaya karar veriyorum. Hazırlanırken sürekli acaba nasıl başlamalıyım, nasıl giriş yapmalıyım diye kendi kendime soruyor ve uygulama yapıyorum içimden: ‘Günaydın, kolay gelsin’… (Hayır). ‘Merhaba nasılsınız kusuruma bakmayın rahatsız ediyorum’… (Hayır). ‘Selamünaleyküm…’ (Of hayır).
Evin kapısını kapatıp uyuşuk adımlarla merdivenleri inerken hava durumuna bakmadığım aklıma geliyor. ‘Umarım yağmur yağmıyordur. Hava yağmurluysa gelmeyebilir. Yarına kaldı bu tanışma işi demektir. Ya yarın da gelmezse? Hiçbir zaman konuşamam artık.’ Bu düşünce üzüyor beni. ‘Yağmur yağmıyor olsun lütfen lütfen lütfen’ diye yalvararak dış kapıdan çıkıyorum.
Karanlık, rüzgarlı ve yağmurlu bir İstanbul sabahı beni karşılıyor.
Günü gününe sabah aynı saatte yola çıkınca sırasıyla tanık olduklarım yine gerçekleşiyor: Sokağın sonuna doğru yürürken aynı adamı köpegini gezdirirken görüyorum. Köşeyi dönerken aynı servis şoförü aracına yaslanmış çay ve sigara içiyor (Bir kez olsun günaydınıma karşılık vermedi). Ana caddeye doğru yürürken aynı öğrenci okulun kapısına doğru yürüyor ve artık plakasını ezberlediğim bir servis aracı dörtlülerini yakarak yolun sağına çekiyor. Ana caddeden karşıya geçince servis bekleyen adam aynı noktada telefonuyla haşır neşir yine.
O da bu deja vu zincirinin bir parçası. Ötekilerden ayrı bir yeri olduğunu hissediyorum. Ama yarına kadar bunu kendim öğrenip kanıtlamalıyım.
Neredeyse her sabah görüyorum onu. Yıllar içinde birbirine yakın ama farklı yerlerde karşılaştığımızdan olacak artık izlediği yolu da ezbere biliyorum. İki elinde kocaman bidonlarla aheste beste geçiyor Söğütlüçeşme tren istasyonunun önünden. Hava elverdiğince gömlek üzerine yelek, soğuk günlerde ise pofuduk mont giymeyi tercih ediyor. Düşük kapakları ve iri torbaları arasında sıkışıp kalmış minik gözleri ve uzun boyundan ötürü olacak hafif kambur duruşu onu yorgun ve üzgün gösteriyor. Saçları benim gibileri kıskandırırcasına olması gereken sınırlar içinde gür ve bembeyazlar. Yürürken üç beş sokak köpeği yanı sıra ona eşlik ediyorlar sabahın karanlığında. Belirlediği birkaç köşede durup bidonlarını ayarlı sallayarak yere mama döküyor ve izlencesinin sonu olan Kadıköy Evlendirme Daire’sinin geniş meydanına gelince kediler, köpekler, güvercinler ve martılar için ayrı yerlere mama serpiştiriyor. Sınırlarını aşarlarsa onları kendilerine ayrılmış alanlara kışkışlamaya çabalıyor. Ancak istediği düzeni sağlayınca gömleğinin cebinden çıkardığı, markasını kestiremediğim uzun bir sigara dalını ağzına yerleştiriyor. Oluşan düzene son bir kez göz atıp bütünlüğüne güvenince ağzındaki sigarayı yakıyor ve Hz. Nuh’un gemisinin kaportasını son kez kapattığındakine eş bir erinçle beslenmelerini izliyor.
Yanından metrobüse, trene binmek için geçenlerin erken saatte kalkmış olmalarına, havanın karanlığına, esen rüzgara, düzensiz yağan yağmura içten içe küfretmelerine, izin verilse sıcak yataklarında osura osura uyumayı tercih etmelerine karşıt bir davranışla devrini aksatmadan ve günün o erken saatinde en ufak bir zorunluluğu yokken kendine biçtiği görevi neredeyse hiçbir duygu belirtisi göstermeden yapıyor. İşte bu ayrıntı onu diğer sokak hayvanlarını besleyenlerden daha özel kılıyor benim için.
Kaç yıldır merak ediyorum niçin bu kadar erken saatte geldiğini. Bir hayır kurumunda ya da belediyenin sokak hayvanlarını koruma zartı zurtu biriminde filan mı çalışıyor? En ufak bir duygu belirtisi olmadan, mutad bir iş gibi sokak hayvanlarını beslemesini başka türlü açıklayamıyorum.
***
İlk gelen minibüse biniyorum. Ses duvarını aşmaya kararlı bir şoförün öncülüğünde yerlerini almış uykulu ve çoğunun yüzü artık tanıdık gelen yolcuları arasında bir-iki G kuvveti yiyerek kısa bir sürede metrobüs durağına varıyorum. Araçtan inince yağmurun hız artırdığını görüp şemsiyemi açıyorum. Buna karşı bir atılımla neredeyse yere koşut yağmaya başlıyor mübarek. Rüzgardan ters dönmesin diye akrobatik devinimler yaparak Kadıköy Evlendirme Dairesi’nin arayolundan yürürken onu görüyorum uzaktan. Konuşmam gerektiği fikri kalbime acımasızca fiskeler atıyor ve sızısının bedenimde sekerek yankılandığını duyumsuyorum.
Hemen yanından geçip gitmeye yelteniyorum önce. Birkaç adım attıktan sonra fikir değiştiriyor ve gerisin geri dönüp yanında duruyorum. Sol eliyle tuttuğu şemsiyesiyle çömelmiş sağ elindeki bidondan yere mama döküyor. Ayaklarımı görünce şemsiyeyi kendine doğru eğip aşağıdan yukarı doğru süzüyor beni. Sonunda buradayım işte. Geri dönemem artık. Adamcağızı ürküttüğümü farkedince tümcelerden sonra nefes almayı unutarak çabukça sıralıyorum aklımdakileri:
“Merhaba kusura bakmayın rahatsız ediyorum sizi ne zamandır görüyorum her sabah burada hayvanları besliyorsunuz (mama dökmeyi bırakıyor) hep gelip teşekkür etmek istedim ama bir türlü olmadı (yavaştan ayağa kalkıyor) yarından sonra artık buradan geçmeyeceğim hem bir tanışmak hem de Allah sizden razı olsun demek istedim vallahi kedi köpek martı yağmur çamur demeden besliyorsunuz garibanları”
Nefesim yetmeyince bitiriyorum konuşmamı.
Ağzımdan çıkanları hemen çözümleyememiş gibi bir iki saniye bekledikten sonra “Aa öyle mi çok memnun oldum” diyor. Karşılıklı gülümsemeye başlıyoruz. Dış görünüşünden hiç ummadığım düzgün, duru ve sevecen bir ses tonu var. Gülünce ne kadar da değişiyor o umarsız, bitkin yüzü; şaşırıyorum. Elimi uzatıp “Ben Bekir” diyorum. Elindeki bidonun kulpunu sol elinin serçe parmağına geçiriyor. Tokalaşıyoruz. Falanca üniversitede çalışıyorum. Karşıya geçmek için metrobüsü kullanıyorum. Başka bir üniversiteye geçiyorum artık. Yarın itibariyle ayrılacağım için şimdiden konuşmak istedim. Tekrarlıyorum kendimi biliyorum ama sormak istediğim onca şey birden buharlaşıp yitiyor belleğimin kuytu köşelerine. “Ben de Turgut” diyor. Sonra susuyoruz. Başka soracak neyim vardı yahu diye beyin hücrelerimi kurcalarken ‘yok artık bu sessizlik rahatsız edici olmaya başladı’ diyerek soluma doğru adım atıyorum. “Çok memn…” küt diye duruyor ve “Kusura bakmayın merakımdan soruyorum. Niçin bu kadar erken geliyorsunuz?” Yüz şekli hiç değişmeden “Ee hayvanlar da alıştılar artık bu saate. Birkaç defa saat 10 gibi geldim bulamadım hiçbirini. Dağılıyorlar. Simitçi söyledi ‘abi geldiler seni aradılar’ dedi. Ben de devam ediyorum işte bu saatte gelmeye. “
Nasıl da hoşuma gidiyor bu cevabı. İyilik aşılanabiliyor olsaydı bedenimdeki yüksek dozdaki etkisi böyle olurdu sanırım.
“Acaba işe gitmeden önce mi gelip besliyorsunuz diye merak ediyordum hep” diyorum. “Yo” diyor, “Emekliyim ben.” Ne emeklisi olduğunu soruyorum. Sigorta diyor dış işler diyor ama başka ne soracağımı anımsamaya çalışmaktan dinlemeye özen gösteremiyorum. Artık pes edip “Gerçekten çok memnun oldum Turgut Bey. Büyük sevaba giriyorsunuz. Teşekkür ederim. Allah sizden razı olsun” diyerek bitiriyorum kendime çektirdiğim bu eziyeti.
Utandığını belirtmek için kafasını çaprazlamasına öne eğip sağ elini göğsüne yerleştiriyor. Daha da kamburlaşıyor. Ezik bir gülümsemeyle “Ay çok teşekkür ederim. Bana büyük moral oldunuz” diyor. Yüreğimi milyon parçaya bölüyor bu karşılığı. Tekrar eline uzanıp “Allah sizden razı olsun” diyerek tokalaşmakla yetiniyorum.
Yanından ayrılıp metrobüse doğru yürürken aklıma geliyor sormayı dilediğim diğer sorular.
***
Doğanın dokumuza işlediği aynı yıldız tozundan geldiğimiz, ışıklarda farklı biçimlerde yansımamıza karşın aslında aynı bilinç olduğumuz bilgeliğini daha yitirmemiş insanlar da var. Bakınca kestiremiyoruz ama, işte sessizce dolaşıyorlar aramızda.